admin | 27 Temmuz 2017 | Edebiyat ve Türkçe, Genel, Siyaset, Tarih
1825-1880 tarihleri arasında yaşamıştır. ŞAİR, tiyatro yazarı ve devlet adamı. İstanbul’da doğdu, valiliği sırasında Adana’da öldü. Medrese tahsili görerek yetişti. Arapça ve Farsça’yı çok iyi bilirdi. Sonradan Fransızca da öğrendi. Saray kâtipliği yaptı. Yeni Osmanlılar gizli cemiyetine gireli Şinasi ve Namık Kemal’le arkadaşlığı yüzünden İstanbul’dan vali muavinliğiyle uzaklaştırılmak istenmesi üzerine Kemal’le Fransa’ya kaçtı. Londra’da Hürriyet gazetesini çıkardı. 55 yaşında öldü.
1869 yılının bir bahar günüydü. Cenevre’nin Leman gölüne bakan kır kahvelerinden birinde, başında bol püsküllü fesi, önü boydan boya ilikli setresiyle uzunca yüzlü, esmerce, kırk dokuz, elli yaşlarında kadar görünen bir yabancı oturuyor, ara sıra göldeki tekneleri seyrediyor, zaman zaman da önündeki kâğıtları karıştırarak notlar alıyor, acaip bir yazıyle, alt alta mısralar düzüyordu. Garson, kendisini tanıdığı için istediklerini verdikten sonra, yanına hiç uğramamıştı. Patronuna: «Monsieur Lumiere yine masasında» demekle yetinmişti. Garson, Lumiere’in ışık, yani ziya anlamına gelen bir ismin karşılığı olduğunu biliyordu. Bu sebeple, Ziya Paşa’nın adını Fransızca’ya çevirmek daha kolayına gelmişti.
Ara sıra da kendi kendine gülümsüyordu Ziya Paşa.. İki yılı aşkın bir zamandan beri gurbet diyarında dolaşıp duruyorlardı. Mısırlı Mustafa Fâzıl Paşa’nın yardımı kesilmişti. Arkadaşlarından, yani Genç Osmanlılar’dan bir kısmı, affa uğrayacaklarını öğrenince memlekete dönmüşlerdi. Ama, Sadrazam Mehmet Emin Âlî Paşa o mevkide kaldıkça Ziya’nın dönmesine imkân yoktu. Bu sebeple bir süreden beri Cenevre’de oturuyor, tercüme ve benzeri şeylerle uğraşıyordu. Rouseau’nun meşhur «Emile» adlı eğitimle ilgili eserini çevirmiş, ona benzer çocukluk hâtıralarını bir deftere yazmış ve adına «Defter-i a’mâl (İşlediklerimin defteri)» demişti. Şimdi ise, kendisine en büyük düşman bildiği, hürriyetçi fikirleri yüzünden onu diyar diyar dolaşmak zorunda bırakmış olan Âlî Paşa aleyhinde zehir zenberek bir taşlama yazmaya başlamıştı. Âlî Paşa’nın adamlarından, cahilliğiyle tanınmış İzmît Mutasarrıfı Mustafa Fâzıl Paşa’ya kasideyi, karantina kâtipliğinden emekli Hayri Efendi’ye bunun beslemesini, Zaptiye Müşiri Hüsnü Paşa’ya da yorumunu, yani şerhini yazdırarak nefis bir mizah şaheseri ortaya koymuştu. Zafernâme’ yi taş baskısı olarak İstanbul’a gönderttiği zaman Hüsnü Paşa telâşa kapılmış, sadrazama giderek bunu kendisinin yazmadığını söylemişti. Âlî Paşa, bilgisiz zaptiye müşirine karşı: «Üzülme paşa, zaten senin böyle bir şey yazamayacağını biliriz» demişti.
Ziya Paşa’nın, Nâmık Kemal tarafından ağır hücumlara uğrayan üç ciltlik bir şiir antolojisi de vardır. Bu antoloji de pek ünlüdür.
Kemal’in hücumlarına sebep, yenilik taraflısı Ziya Paşa’nın bu eserde hep eski edebiyatçılardan örnek göstermesidir. Ayrıca, Moliere’den Tartuffe’ü kafiyesiz hece vezniyle dilimize çevirmiş ve Vefik Paşa’yı örnek alarak başka tiyatro tercümeleri de yapmıştır.
Ziya Paşa, hem eski edebiyatı iyi bildiği için, hem de batıyı tanıdığı için, sosyal açıdan çok değerli tenkitlerle dolu, ama eski tarzda şiirler bırakmıştır. Mısralarının çoğu, atasözü değeri kazanmıştır:
Ayinesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.
Milyonla çalan mesned-i izzette serefrâz
Birkaç kuruşu mürtekibin câyı kürektir
Nush ile yola gelmeyeni etmeli tekdir
Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir
Yıldız arayıp gökte nice turfa müneccim
Gaflet ile görmez kuyuyu rehgûzerinde
(geçtiği yerde)
Diyar-ı küfrü gezdim, beldeler kâşaneler gördüm
Dolaştım mülk-i İslâmî bütün viraneler gördüm.
Ziya Paşa’nın en önemli yazılarından biri de «Şiir ve İnşâ (Nazım ve nesir, düzyazı)» adıyla yayınlanmış makalesidir. Bu uzunca makale, yüzyıllardan beri dilimizi ve yazış tarzımızı kemiren öyle bir konuya ilk defa parmak basıyordu ki Paşa’ya hemen şöhret sağlamağa ya da şöhretini pekiştirmeğe yetti.
«Şiir ve inşâ» makalesinde Ziya Paşa dilimizin ve bilhassa düzyazının sadeleştirilmesi için gerekli yolları gösteriyordu. Örnek olarak da bizim asıl şiirimizin halk şiiri olduğunu, asıl yazımızın XV. yüzyılda kullanılan yazış tarzına götürülmesi gerektiğini ileri sürüyor, «Bizde yazı bilmek başka, kâtip (yazar) olmak yine başkadır» diye dilimize karışmış bol Arapça ve Farsça kelime ve imlâ kuralları, dilbilgisi kuralları yüzünden Türkçe’nin içinden çıkılmaz bir hale getirildiğinden yakınıyordu.
Kaynak: 100 Ünlü Türk,