1889-1943 tarihleri arasında yaşamıştır. TÜRK tiyatrosunda, «Halk Sanatkârı» payesini kazanmış ünlü komedyen. İstanbul’da dünyaya geldi. Pek küçük bir yaşta sahneye çıktı. Tuluat tiyatromuzun en gözde bir yıldızı olarak parladı. Adını taşıyan tiyatrosunda bütün ailesiyle birlikte oynadı. Kırk yıl süren başarılı sahne yaşantısında ortaoyunu, komedi ve operetlerde rol aldı, kanto ve düetlere çıktı. Türk sahnesinde büyük bir isim yaptı. 1943 yılında İstanbul’da vefat etti.
ŞEHZADEBAŞI gibi, devrin eğlence ve tiyatro yerinin göbeğinde dünyaya gelen ve orada büyüyüp yetişen bir çocuğun sahneye karşı ilgi duymamasına imkân olmadığı içindir ki, Miralay Ahmet Bey’in oğlu Nâşit de bu sevdaya genç bir yaşta kendisini kaptırıvermişti.
Devir, tiyatro sanatçısına «oyuncu» gözüyle bakıldığı, mahkemelerde şahitliğinin dahi muteber sayılmadığı bir devirdi. Dolayısiyle Miralay Ahmet Bey, oğlunun bu aşırı sahne sevdasından hiç hoşlanmadı, kendisine müsaade etmek şöyle dursun, onu bu yoldan ayırmak, bu sevdadan vazgeçirmek için elinden geleni yapmaktan da geri kalmadı.

Bu yüzdendir ki Miralay Ahmet Bey’in oğlu Nâşit, bir gün kendisini Askerî Baytar (Veteriner) Mektebi sıralarında buluverdi. Ahmet Bey, «Hem tiyatro muhitinden uzaklaşır, hem de askerî bir disiplinin altına girer» düşüncesiyle bu kararı vermişti. Fakat gelgelelim Nâşit Bey’in içini saran sahne aşkı öylesine bir karasevdâ idi ki, ne babasının tehditleri para etmiş, ne de askerî mektebin disiplinini gözü görmüştü. Baytarlığı da, mektebini de bir tarafa bırakıp soluğu sahnede alıverdi. Aslında, onu sahneye götüren yol, esaslı bir temele dayanıyordu. Çünkü Viyolonselit Zeki Bey’den müzik, Kuklacı Halim Bey’den tiyatro dersleri almıştı. Yani, sahne hayatına hazırlıklıydı.
Nâşit Bey, Türk sahne hayatına ilk adımını ortaoyunu ile attı. Devrin ve ortaoyununun en büyük iki ismi olan Kavuklu Hamdi ile Küçük İsmail Efendiler onun bu yoldaki ilk ustaları oldular. Kavuklu Hamdi ile Küçük İsmail, büyük bir istidat gördükleri Nâşit’i bizzat yetiştirince pek kısa zamanda ortaoyunu meydanında bir yıldız olarak parladı.
Ortaoyunu meydanından tulûat sahnemize atladı Nâşit Bey, çok geçmeden, içini kaplayan engin sahne aşkı, kendisini tiyatronun her türüne doğru çekiyordu. Bu yolda da, mesleklerinin eşsiz birer ustası olan Kel Hasan ile Abdürrezzak (Apti) Efendilere çırak olmuştur. Tulûat sahnesinde bir yıldız olarak parlayıverdi Nâşit Bey. O kadar ki, bu iki eşsiz ustanın arasında ezilmeden oynamaya başladı…
Daha sonra kendi adına bir tiyatro kurup burada sahne yaşantısını sürdürmeye başladı. «Nâşit’in tiyatrosu» çok geçmeden halk arasında tutunuverdi ve Nâşit ismi yediden yetmişe kadar herkesin sevgisini topladı.

Nâşit Bey, kendi adını taşıyan bu tiyatroyu yürütürken, kantocusu Amelya Hanım’a gönlünü kaptırdı ve çok geçmeden aynı sahnenin bu iki gözde yıldızı hayatlarını birleştiriverdiler.
Amelya Hanım, sülâleden tiyatrocu idi. Annesi Küçük Verjin Hanım devrinin en gözde bir kantocusu, babası Yorgi Efendi tiyatroların en usta ve en yakışıklı bir kemancısıydı. Amelya Hanım’ın kardeşi Niko Efendi de ablasıyle düetlere çıkardı. Böylece Nâşit Bey, adını taşıyan tiyatrosunda bütün aile erkânı ile birlikte oynamaya başlamış oldu.
Tam kırk uzun yıl kaldı sahnede Nâşit Bey. Bu süre içinde ortaoyunu, tulûat, komedi, vodvil, operet, kanto diye bir tefrik yapmadan her türde oynadı ve her türde aynı başarıyı göstermesini bildi. Tiyatro kendisinde «Allah vergisi» bir özellikti; yalnız «Komik Nâşit Bey» olmadığını göstermek için bir ara Shakespeare’in en ağır bir trajedisi olan «Hamlet»te dahi sahneye çıktı. Bu piyesteki mezarcı rolünde çıkardığı oyunla pek büyük bir takdir kazandı ve dört başı mâmur bir sanatçı olduğunu, gerekirse dram, hattâ trajedi bile oynayabileceğini ispatladı.
Nâşit Bey, sanatının büyük gücü ve sahnelerimizde kırk yıl süre ile döktüğü alın terinin mükâfatı olarak, halkın kendisine taktığı «Halk Sanatkârı» payesini kazandı. Yedisinden yetmişine kadar, kâdın – erkek, çoluk – çocuk, genç – ihtiyar bütün bir milletin gönlünde taht kurdu. Emsalsiz taklitleri ve nefis esprilerinin yanısıra güçlü ve sevimli oyunları ile zihinlerde ve hâtıralarda ölümsüz bir yer işgal etti.
1939 yılının sonlarında ağır bir hastalık sonucu yatağa düşen Nâşit Bey, tam dört yıl yatmak zorunda kaldı. Ve 26 nisan 1943 günü hayata gözlerini yumdu.
Arkasında iki küçük evlât bırakmıştı Nâşit Bey. İkisi de analarının karnında sahneye çıkmışlardı ve büyüdükleri zaman babalarının yolunu tuttular. Kızı da, oğlu da artist oldular. Böylelikle Nâşit Bey’in kurduğu «tiyatrocu aile» düzenini değerli birer sanatçı olan kızı Âdile Nâşit (Keskiner) ile oğlu Selim Nâşit Özcan devam ettirdiler.
Kaynak: 100 Ünlü Türk, Sinematürk,